Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam228
Toplam Ziyaret1663681
Yılmaz Aydoğan
yaydogan33@gmail.com
AFGAN GÖÇÜ - 1
31/07/2021

      Son günlerde İran üzerinden geçerek İran - Türkiye sınır hattından bölük bölük gruplar halinde gelen yüzlerce Afgan ve Pakistan uyruklu insanın izinsiz olarak ülkemize girdikleri medyada yayınlanmaktadır.

1989 -1991 yılları arasında İran sınırındaki Özalp ilçesinde kaymakam olarak bulunmam sebebiyle hudut mevzuatı ve hudut işleri konusunda tecrübem oldu. O yıllarda İran sınırının korunması görevi Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı Sınır Jandarma birliklerince yürütülmekteydi. Sınırın sıfır noktasında numaralı sınır taşları arası 10-12 metre genişliğinde “iz tarlası” adında traktörlerce sürülür; yetkili karakol görevlilerince günlük olarak iz tarlası kontrolü yapılır ve eğer varsa bir sınır tecavüzü bu durum tutanakla tespit edilir ve sıralı üst komutanlıklara derhal bildirilirdi. Sınırdan insanın geçmesini bırakın bir tilkinin geçmesi bile belli olur, tespitten sonra derhal iz tarlası yeniden sürülmek suretiyle bakir haline geri getirilirdi.

Hudut ülkenin namusu olarak görülür; sınır nöbeti askerlikte “en kutsal nöbet” sayılırdı. ‘Kaçakçı geçişi’ ya da ‘iltica niyetli geçiş’ olması halinde durum iz tarlasından anlaşılır ve derhal huduttan içeriye uzanan yollar tutularak geçenlerin iç kesimlere ulaşması önlenir, en yakın yerleşimde yakalanan kaçak mallara el konulur ve kaçakçılar ya da yabancılar tespit edilerek adliyeye sevk edilirlerdi.

İltica amacıyla gelenler yakalanarak Van il merkezinde bulunan Mülteciler Misafirhanesine sevk edilir ve hudut mevzuatı gereğince yapılacak işlemler yetkili birimlerce başlatılır ve takip edilirdi. Bu tecrübem ile diyebilirim ki “Devlet güçleri izin vermedikçe, sınırlardan bölük bölük insan geçişi mümkün değildir.”

Sınırları içerisindeki Osmanlı bakiyesi nüfusu vatandaş kabul ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan 1952 yılına kadar Asya’dan gelen iltica taleplerini zinhar kabul etmemiştir. Önce Balkan bozgunu, ardından da İkinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı yıllarında batıdan doğuya doğru bir ricat (çekiliş) halinde olmamız sebebiyle, devletin terk ettiği topraklarda kalan unsurların yeni sınırlara çekilme taleplerine sıcak bakılırken, Asya içlerinden gelen iltica talepleri şiddetle reddedilmiş ve geri çevrilmiştir.

Yeni devletin ilk otuz yılında tavizsiz uygulanan bu sığınmacı ve mülteci politikasının özü, Doğudaki Türk illerinde yaşayan soydaşların, kendilerine yönelik saldırılar karşısında, gidecek bir kapı bulunmadığı duygusu ve düşüncesiyle, yurtlarını savunmaları; yaşadıkları yerleri terk etmemeleri ve gelecekte bu kadim topraklar üzerinde yeniden bağımsız devletler olarak yaşamalarını sağlayacak demografik yapının korunmasını garantileme iç güdüsü ve tedbiri idi. Bir yandan da Anadolu’ya yönelik göç niyetlerinin daha başından frenlenerek, Anadolu topraklarının sağlıklı biçimde doyurabileceğinden fazla nüfusla dolmasının önlenmesi amaçlanmıştır.

Öyle ki 1920 yılında Ankara Anlaşması ile Fransızlara terk edilen Sancak Bölgesi’nde (Hatay) nüfus yapısının korunması amacıyla Türkiye vatandaşlığına geçiş talepleri şiddetle reddedilmiş; buna karşın oradaki milli yapının canlı tutulması için kurdurulan dernekler el altından desteklenmiş; bu amaca yönelik faaliyet gösteren Ankara’da kurulu bazı derneklerin İskenderun ve Antakya’da şubeler açarak çalışmaları, Ankara’da yayınlanan kitap, dergi ve bültenlerin bu bölgede dağıtılması teşvik edilmiş; zamanı geldiğinde de Anavatana yeniden katılmaları sağlanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Uluslararası Mülteci Haklarına Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin ilk maddesinde kimlere “mülteci” sıfatı verileceği açıklanmış, ülkemiz de bu sözleşmeye, “şerh koyarak” şartlı şekilde taraf olmuştur. Sözleşmeye göre; [«1 Ocak 1951 den evvel cereyan eden hâdiseler neticesinde ve ırkı, dini, tabiiyeti, muayyen bir içtimai gruba mensubiyeti veya siyasi kanaatleri yüzünden takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu devletin ülkesi dışında ve işbu devletin himayesinden istifade edemeyen veya bahis konusu korkuya binaen istifade etmek istemeyen,  yahut tabiiyeti yoksa ve bu gibi hâdiseler neticesinde evvelce mûtaden ikamet ettiği memleket dışında bulunuyorsa oraya dönemeyen veya mezkûr korkuya binaen dönmek istemeyen her şahıs», Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserinin himayesini talep edebilir.]

Bu tanıma uyan kimseler mülteci sayılacak ve korunma talep edebileceklerdir. Türkiye Cumhuriyeti söz konusu Sözleşmeye, [«1 Ocak 1951 den evvel cereyan eden hâdiseler» ibaresini, «1 Ocak 1951 den önce Avrupa'da cereyan eden hâdiseler» şeklinde anlamaktadır.] şeklinde bir şerh (deklarasyon) koyarak imzalamış; Ural Dağları doğusundan gelen/gelebilecek iltica taleplerini karşılama yükümlülüğünden kaçınmıştır. Bu kural bugün de geçerlidir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Asya’dan gelen iki talep vardır ki romanlara konu olmuştur:

Bunlardan ilki, Ağustos 1945 tarihinde iltica amacıyla ülkemize geçen 195 Azerbaycan asıllı Türk’ün Nahcıvan Tahmıskapı’da Sovyet askerlerine teslim edilip, köprünün karşı yakasına geçişlerinde bu insanların makineli tüfekle taranıp topluca katledilmesidir. Bu olayın ayrıntıları, yazar Alper Aksoy tarafından yazılan “Boraltan Köprüsü” adlı romanda anlatılır.

Diğeri ise, 1949 yılında Doğu Türkistan Uygur ülkesinin Komünist Çin ordusunca işgali sonrası yola çıkan 50.000 (elli bin) kişilik direnişçi ailelerinden Tibet-Afganistan üzerinden Pakistan’a ulaşabilen 6.000 (altı bin) kişilik Uygur ve Kazak Türkünün Türkiye’ye iltica taleplerinin geri çevrilmiş olmasıdır… Bu insanlardan, 1952 yılında Menderes Hükümeti’nce, 1.850 kişi Türkiye’ye kabul edilerek, “Türkiye Cumhuriyeti Devletine Asya kökenli mülteci kabul edilmemesi politikası,” delinmiştir. Olayın Pakistan’a ulaşıncaya kadar geçen bölümü, H. Ali Çakar’ın “Türkistan Dramı” adlı eserinde anlatılmıştır.

Bu grubun geri kalanı zamanla, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır ve Libya tarafından vatandaşlığa alınmışlardır. 1988 yılında İngiltere Brighton şehrinde Libya vatandaşı Cemil adlı bir Uygur genci ile tanışmış ve onun ağzından aile büyüklerinin serüvenini ve Türkiye’ye olan kırgınlıklarını dinlemiştim.

 

-     DEVAM EDECEK  -



232 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

YEREL SEÇİMLERDE TARSUS - 02/09/2023
YEREL SEÇİMLERDE TARSUS
ANCAK YARASALAR KORKAR IŞIKTAN - 14/02/2023
ANCAK YARASALAR KORKAR IŞIKTAN
DEPREMDE BİZ NEYİN BEDELİNİ ÖDÜYORUZ? - 08/02/2023
DEPREMDE BİZ NEYİN BEDELİNİ ÖDÜYORUZ?
NE KADAR ÖZLEMİŞİZ BÜTÜNLEŞMEYİ? - 13/09/2022
İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’i oldum olası sevmem… Türk vatandaşı olsa da, Türkiye’de yaşasa da kendisini, Türk kültüründen daha çok kadim Yunan kültürüne yakın saydığını, milli bir çizgide olmadığını görüyorum.
NEDİR MİLLİ SİYASET -2- - 25/07/2022
Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1923 yılında söylediği aşağıdaki sözleri onun, yolun en başından itibaren ‘Milli Siyaset’ düşüncesine sahip olduğunu gösterir:
NEDİR MİLLİ SİYASET ?(1) - 15/07/2022
Son yarım yüzyılda ülkemizin savrulduğu mevcut durumun iç ve dış “hareket ettiricileri”, onların planları, uygulamaları ve geldiğimiz yer, iyi incelenmeli ve doğru teşhis edilmelidir.
YENİDEN MİLLİ SİYASET 2 - 05/07/2022
1821 Mora kalkışması ile başlayan ve 7 Ekim 1912 / 30 Mayıs 1913 arası sekiz aylık dönemde kaybettiğimiz Balkanlarda, Türk kırımının zirveye ulaştığını; Osmanlı’nın bu 90 (doksan) yıllık geri çekilme döneminde 2.500.000 Türk’ün kırıma uğradığını, 8.0
YENİDEN MİLLİ SİYASET 1 - 04/07/2022
(“Yeniden milli Siyaset” yayın hazırlıkları yaptığım kitabımın adıdır. Kitabın “Sonsöz” Bölümünü okuyucularımla paylaşmak istedim.)
AYDIN PARTİCİLİĞİ - 01/06/2022
[ Bilirsiniz bizim kültürümüzün bir parçası olan sözlü halk edebiyatımızda Hz. Süleyman, “Kuş dili bilen,” olarak anlatılır. Hz. Süleyman ile kanadı kırık bir kuş arasında geçtiği söylenen öykü, “İnsanlar ders alsınlar,” diye tekrarlanır, kuşaklar bo
 Devamı
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516